AKP İktidarında Sosyal Sigortalar/Recep Kapar

(içinde) Himmet Fıtrat Piyasa (AKP Döneminde Sosyal Politika),  Derleyenler, Meryem Koray-Aziz Çelik, İletişim Yayınları, 2015.

https://iletisim.com.tr/kitap/himmet-fitrat-piyasa/9073

 

GİRİŞ
Türkiye’de sosyal güvenlik sisteminin en önemli unsuru olan sosyal sigortaların gelişimi önemli eksikliklerle ve oldukça yavaş bir biçimde gerçekleşmektedir. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı öncesinde, toplumun geniş kesimleri bakımından sosyal güvenlik bir hak haline gelmiş olmasına ve toplumun yaklaşık yüzde 65-70’ine sosyal sigortalar aracılığıyla koruma sağlanmasına rağmen, sistem çoğu bakımdan yetersiz, sosyal adaletsiz nitelikler içermekteydi. AKP iktidarı süresince uygulanan politikalar, sosyal sigorta sisteminin geçmişten gelen yapısal temel sorunlarını çözmek bir yana, daha da ağırlaştırmış ve kökleştirmiştir. Bu dönem içerisinde bazı olumsuzluklar değişerek yeni biçimler almış, hatta geçmişte olmayan çok sayıda yeni olumsuzluk ortaya çıkmıştır. Bir başka deyişle, zaten yetersiz olan sosyal güvenlik kazanımları, son yıllarda uygulanan politikalarla geriletilmiştir.

Makale, AKP’nin iktidar olduğu süre içerisinde uygulanan sosyal sigortalara ilişkin politikaları ve bu politikaların etkilerini, sosyal adalet ve eşitlik ilkeleri bağlamında eleştirel bir çerçevede incelemeyi amaçlamaktadır. Oldukça ayrıntılı ve karmaşık düzenlemelerin, çeşitli programların bulunduğu sosyal sigorta sistemindeki değişimi, bir makalenin sınırları içinde tüm unsurlarıyla ele almak ve açıklamak olanaklı değildir. Bu nedenle yaşanan değişimin yönünü ve niteliklerini göstermesi bakımından sosyal sigorta alanında önemli görünen bazı konulara değinilmekle yetinilecektir. İlk olarak hükümet tarafından “sosyal güvenlik reformu” olarak adlandırılan, aslında sosyal sigortalar alanında gerçekleşen değişimin genel özelliklerine değinilecektir. Sonrasında sosyal güvenlik harcamaları, bu harcamaların finansmanı ve bütçeden yapılan transferler tartışılacaktır. Daha sonra sırasıyla “yaşlılık sigortası”, “bireysel emeklilik”, “genel sağlık sigortası” ve “işsizlik sigortası” programlarında yaşama geçirilen değişiklikler değerlendirilecektir.

  • Başkalaşan “Reform”
  • Sosyal Güvenlik Harcamaları
    • Sosyal Sigorta Açıkları
    • Vergi Politikaları
  • Sosyal Güvenlik Kurumu
  • Hukuksal Karmaşa
  • Sigortalılar Arasında Katmanlaşma
  • Yaşlılık Aylığı ve Yaş Sınırı
    • Kuşaklararası Sosyal Dayanışma
    • Yaşlılık Aylığını Arttırma ve Hesaplama Yöntemi
    • Yaşlı Yoksulluğu
    • Bireysel Emeklilik
  • Genel Sağlık Sigortası
    • Sağlık Hakkı ve Keyfilik
    • Kamu ve özel sağlık harcamaları
    • Hasta tatmini
  • İşsizlik Sigortası

Sonuç

Sosyal politikaların sosyal adalet ve sosyal gelişme sağlayarak sosyal barışı ve bütünlüğü geliştirmesi gibi temel amaçları, AKP iktidarı döneminde bütünüyle terk edilmiştir. Politikalara sosyal niteliği kazandıran amaç, unsur ve işlevlerin ortadan kalkmasıyla, sosyal politikalar doğrudan sermaye birikimini teşvik eden, özel sektör yaratma, işletme ve piyasa önceliklerini esas alan ekonomik politikalar haline dönüştürülmüştür. Bir başka deyişle sosyal politika açığı artmıştır. Genelde sosyal güvenlik ve özel olarak sosyal sigortalara ilişkin uygulanan politikalar da benzer olumsuzluklardan payını almıştır. Ayrıca sosyal güvenlik alanında sağlanan koruma, yurttaşların sahip olduğu bir hak, devletin ise anayasal görevi olarak görülmemektedir.

Türkiye’de sosyal güvenlik harcamaları düşüktür ve harcamalar, güvencesizliklerin doğurduğu toplumsal gereksinimleri karşılayacak düzeyde artmamaktadır. Harcamaların finansmanında ve topluma ulaştırılmasında tersine gelir aktarımı yaratan unsurlar da bulunmaktadır. Türkiye’nin “insani gelişme”, “daha iyi yaşam” gibi uluslararası indekslerde açıkça görülen ve bir türlü azalmayan sosyal gelişme eksikliği, büyük oranda sosyal harcamaların ve sosyal koruma sisteminin yetersizliğinden kaynaklanmaktadır.

Ülke ekonomisi bağlamında çok büyük miktarlarda gelir ve gidere sahip, nüfusun geniş kesimlerini kapsayan sosyal güvenlik kuruluşlarının yeniden yapılandırılması ve tek çatı altına toplama girişimlerinin istenileni vermediği anlaşılmaktadır. Sayıştay’ın 2012 ve özellikle 2013 denetim raporları, SGK yönetiminde ve işleyişinde ciddi yetersizlik ve sorunların olduğunu göstermektedir.

AKP döneminde sosyal sigortalara ilişkin olarak, işgücü piyasası ve çalışma koşullarını göz önünde bulundurmayan, sosyal öncelikleri yok sayan bir politika çerçevesi geliştirilmiştir. AKP Geçmişte devraldığı sosyal güvenlik sisteminin eşitlik ve sosyal adalet bakımından sorunlu olan yönlerini ortadan kaldırmadığı gibi, bu alanda yeni ve oldukça önemli sorunlar ortaya çıkaran uygulamaları yaşama geçirmektedir. Uygulanan politikalar sosyal güvenliğin temel işleyişi olan kuşak içi ve kuşaklararası sosyal dayanışma mekanizmalarını tahrip etmektedir.

Özel sigortacılığın ve bireysel birikimlerin geliştirilmesi adına, sosyal sigortaların sosyal dayanışmacı ve geliri yeniden dağıtıcı işlevi daraltılmaktadır. Sosyal sigortaların sağladığı korumanın düzeyi gerilemekte, yoksulluk sınırına yakınlaşmaktadır. Sosyal güvenlik sisteminin sağladığından daha iyi, kaliteli ve yüksek standartlı koruma talep edenlerin, piyasa temelinde işleyen sosyal dayanışma içermeyen özel sigortacılık ve bireysel fon uygulamalarına katılmaları teşvik edilmektedir.

Sosyal güvenlik alanında verilecek tek bir örnek, uygulanan politikaların açmazlarını göstermek için yeterlidir. GSS sisteminde yoksulluk yoklaması sonunda çalışmayan ve asgari ücretin üçte biri ile asgari ücret arasında kişi başına düşen gelire sahip olduğu halde “yoksul olarak nitelenmeyen” 1 milyon 800 bin kişi, sağlık sigortası borçlusu haline gelmiştir. Prim borçları nedeniyle bu kimseler ve bakmakla yükümlü oldukları, sağlık hizmetlerinden yararlanamaz durumdadır. Toplumun evrensel anlamda yoksul kesimlerinden sağlık sigortası primi toplayabilmek için her yol denenirken, devlet, yüksek ve düzenli gelir sahibi gruplarının yararlandığı bireysel emeklilik fonlarına, büyük miktarlarda katkı payını doğrudan aktarmaktadır.

Uluslararası Sosyal Politika Bağlamında Uluslararası Çalışma Örgütünün Bildirgeleri/ Recep Kapar

(içinde) Uluslararası Sosyal Politika: Teorisi, Uluslararası Çalışma Normları ve Güncel Gelişmeler (Edit.: Pir Ali Kaya), Siyasal Kitabevi, Ankara, 2014.

https://www.umuttepeyayinlari.com/uluslararasi-sosyal-politika

GİRİŞ
“Birleşmiş Milletlerin uzmanlık örgütü olan Uluslararası Çalışma Örgütü  (UÇÖ) birçok farklı özelliği yapısında barındırmaktadır. UÇÖ ürettiği sözleşme ve tavsiyeler aracılığıyla uluslararası çalışma standartlarını oluşturur. Diğer yandan yetkili olduğu alanlarda üye ülkelere teknik yardım sağlama işlevi üstlenir. UÇÖ yirminci yüzyılda kurulmuş ve halen etkinlik gösteren en eski uluslararası örgütlerdendir. Örgütün Uluslararası Çalışma Konferansı, Yönetim Kurulu ve çeşitli komisyonlarının yapısı ve temel karar alma süreçlerinin büyük bir kısmı üçlülük ilkesine dayanmaktadır. Üçlülük ilkesi gereği her üye ülke iki hükümet temsilcisi yanında, bir işveren örgütü ve bir sendika temsilcisi tarafından temsil edilir. Hükümet, işveren ve çalışan kanatlarının katılımı ile gerçekleşen üçlülük ilkesine dayanan bu temsil yapısı başkaca bir uluslararası örgütte bulunmamaktadır (Van Daele, 2010: 13-14).

Kurulduğu 1919 yılından bu yana 100 yıla yakın süre geçen UÇÖ’ nün oluşumunda ilk sanayileşmiş ülkelerdeki çalışma koşulları, I. Dünya Savaşı ve savaş sırasında gerçekleşen Sovyet devrimi ile bu devrimin dünya üzerindeki yansımaları etkili olmuştur. Evrensel ve kalıcı barışın ancak sosyal adalet temelinde sağlanabileceği gerçeğini kabul etmiş olan Örgüt, sosyal adaletin sağlanması için özellikle çalışma koşullarının iyileştirilmesini amaçlamıştır. Uzun geçmişi boyunca Örgüt birçok eleştirinin, küçümsenin hedefi olduğu gibi övgüler de almıştır. Örgütün etkinlikte bulunduğu zaman içinde dünyada sosyal adalet değer ve amacını, çalışma koşullarını etkileyen önemli ekonomik, sosyal ve siyasal değişimler birçok kereler yaşanmıştır. Örgüt bir yandan bu değişimleri etkileyen aktörlerden biri olurken, diğer yandan değişimlerden etkilenmiş, yeni ve değişen koşullara uyum sağlamak için kendisini uyarlamak zorunda kalmıştır (Van Daele vd., 2010: 10).

Anayasa, sözleşme ve tavsiyeler yanında, Örgütün yetki ve görev alanıyla ilgili konulara ilişkin bildirgeler, kararlar, protokoller, uygulama kodları, rehberler, komisyonlar ile komitelerin karar ve sonuçları biçiminde çeşitli nitelikte ve farklı hukuksal güçte resmi belgeleri bulunmaktadır (Gülmez, 2008: 205-26; ILO, 2006: 79-80).

Bildirge kabul edilmesi Örgütün özel konu ya da önemli durumlarda ender olarak başvurduğu bir yöntem olarak bilinmekle birlikte, biri 1998 diğeri 2008 yılında olmak üzere kısa bir süre içerisinde iki bildirgenin kabul edilmiş olması uluslararası sosyal politika alanında dikkatlerin bildirgelere çevrilmesine yol açmıştır. 1919-1974 yılları arasında (ilk 55 yıl boyunca) yalnızca iki bildirge kabul edilmişken, 1975-2013 döneminde (son 38 yıl boyunca) kabul edilen bildirge sayısı dörttür. Son dönemde kabul edilen dört bildirgeden üçünün konusu doğrudan küreselleşme bağlamında sosyal adalet arayışını içermektedir.

Uluslararası çalışma sözleşmelerinin oluşturulması temel görevini üstlenen UÇÖ, küreselleşme sürecinde yeni sözleşmeler kabul edilmesi ve kabul edilen sözleşmelerin üye devletlerce onaylanması alanında sıkıntılar yaşamıştır. Yeni kabul edilen sözleşme sayısının azalması, bu duruma karşılık Bildirge sayısının ve kabul sıklığının artma eğilimi göstermesi Örgütün kural oluşturma sürecine yumuşak (soft) hukuk yaklaşımının egemen olduğunun bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir (Gülmez, 2013: 106-107; Baccaro- Mele, 2012: 198-200, 202-205).

Bildirgeler üye devletlere Örgütün anayasasında belirtilen ve üye olmaktan kaynaklanan hukuki yükümlülükler dışında ek bir yükümlülük yüklemez. Bildirgeler belirli ilke ve değerlere verilen önemi yetki çerçevesinde ve resmi olarak belirtmek veya yeniden bağlılığı duyurmak için Konferans veya Yönetim Kurulu tarafından alınan kararlardır. Sözleşmelerin aksine üye ülkelerce onay gerektirmeyen Bildirgeler, Örgüt ve üye devletler için simgesel, ahlaki ve politik anlamda bir amaç beyanı ve yol göstericilik işlevleri de üstlenir.

Birleşmiş Milletler ve UÇÖ’nün dayandığı uluslararası hukuk sistemi bakımından bildirge ile sözleşme arasında önemli ayrımlar vardır. Bildirgeler, sözleşme olarak adlandırılan uluslararası çalışma standartlarının niteliklerini taşımamaktadır. Bildirgelerin hazırlanması ve kabulü sürecindeki prosedürler, sözleşmelerin kabulü sürecindeki prosedürlerden farklıdır (Bronstein, 2009: 96-102).

Özellikle 1998 ve 2008 yıllarında kabul edilen son iki bildirgenin doğrultusunda UÇÖ bildirgelerinin hukuki niteliği belirginleşmektedir. Bildirgeler belirli hak, ilke ve değerleri Örgüt içinde ve üye ülkeler ile uluslararası kamuoyu nezdinde destekleme, tanıtma, dikkat çekme, özel olarak önem verme gibi işlevler yerine getirmektedir. Bildirgeler ve bildirgelerin içerdiği hak, ilke ve değerler Örgütün Anayasasından kaynaklanmaktadır. Üye ülkeler Anayasayı gönüllü olarak onaylamış ve uymayı kabul etmiştir. Bu nedenle Örgütün Anayasası gereği ve iyi niyet kuralları uyarınca üye ülkelerin bildirgelerin içerdiği hak, ilke ve değerlere saygı göstermesi, geliştirmesi ve gerçekleştirmesi esastır.

Saygı gösterme bildirgede yer alan hak ve ilkeleri gerçekleştirme konusunda siyasi bir kararlılığa sahip olma anlamını içermektedir. Saygı göstermeden soyut nitelikte yalın olarak dile getirilmiş –öylesine ifade edilmiş- sözler anlaşılmamalıdır. Geliştirmeden ise var olan durumda olumlu bir değişim sağlamak amacıyla gerçekleştirilen eylem ve programlar aracılığıyla hak ve ilkelerin aktif olarak desteklenmesi kast edilmektedir. Gerçekleştirme bireylerin ve ailelerin günlük yaşamında, işyerinde ve toplumda hak ve ilkelerle ilgili somut iyileşmenin sağlanması anlamına gelmektedir (Gülmez, 2008: 331-332; ILO, 2004: 2). Bu süreçte değişim, değişimin değerlendirilmesi, bilincin arttırılması için sürekli bir çaba yanında, başlangıç noktası ne olursa olsun hak ve ilkelerin gerçekleştirilmesinde sürekli bir ilerleme amaçlanmalıdır (ILO, 2004: 2).

Uluslararası hukukta sözleşmeler katı (hard) hukuk kaynakları olarak değerlendirilirken, bildirgelerin yumuşak (soft) hukuk niteliği taşıdığı belirtilmektedir (Ali-Nair, 2011: viii). Ancak UÇÖ’nün sözleşme sisteminin tam anlamıyla katı hukuk yapısının özelliklerini taşıdığını söylemek de güçtür. Özellikle denetim ve izleme yöntemlerinin niteliği ile eksik, sınırlı ve yetersiz bir yaptırım mekanizmasının var olması sözleşme sisteminin katı hukuk özelliğini zayıflatmaktadır. Katı hukuk özelliğini belirginleştiren en temel unsur ise UÇÖ sözleşmelerini onaylayan ülkelerin sözleşme hükümlerini uygulama zorunluluğudur.

Örgütün bildirgeleri, üye ülkelerce onaylandıktan sonra uygulanması zorunlu olan sözleşmelerden ayrılır. Bir görüşe göre Bildirgelerde konu edinilen hak ve ilkeler ile ilgili sözleşmeleri onaylamayan ülkelerin sadece hak ve ilkelere saygı gösterme, geliştirme ve gerçekleştirme yükümlülüğü bulunurken, sözleşmeleri onaylayan ülkelerin sözleşme hükümlerini uygulama yükümlülüğü bulunmaktadır (Bronstein, 2009: 96-102).

Kuruluşundan bu yana UÇÖ’nün organları tarafından kabul edilmiş altı bildirge bulunmaktadır[1].  UÇÖ’nün en yetkili ve üst karar organı olan Uluslararası Çalışma Konferansı (UÇK) sözleşme ve tavsiyeler biçiminde uluslararası çalışma standartlarını belirlemektedir. Sözleşme ve tavsiyeler yanında, Konferans özel önem verdiği ve yetkisi içerisinde yer alan konularda Bildirge de kabul edebilmektedir. Bildirgeler, UÇK’nın kabul ettiği resmi, ancak üye ülkelerce onaylanması gerekmeyen kararlardır.

UÇK tarafından kabul edilen ve sayıları beşe ulaşan bildirgeler şunlardır:

  • (i) UÇÖ’nün Amaç ve Hedefleri Bildirgesi (Filadelfiya Bildirgesi) (1944)
  • (ii) Güney Afrika Cumhuriyeti’nin “Irkçılık” Politikasıyla İlgili Bildirge (1964)
  • (iii) Kadın Çalışanlar İçin Fırsat ve İşlem Eşitliği Bildirgesi (1975)
  • (iv) Çalışmaya İlişkin Temel Haklar ve İlkeler Bildirgesi (1998)
  • (v) Adil Bir Küreselleşme İçin Sosyal Adalet Bildirgesi (2008)

Diğer yandan bildirgeler UÇÖ içerisinde yalnızca Konferans tarafından kabul edilmemiş, istisnai bir durum olmakla birlikte, Örgütün yürütme işlerinden sorumlu Yönetim Kurulu (YK) tarafından kabul edilmiş bir bildirge de bulunmaktadır:

  • (vi) Çokuluslu İşletmeler ve Sosyal Politika ile İlgili İlkeler Üçlü Bildirgesi (1977)

Bu çalışmada öncelikli olarak kabul edildikleri tarihe göre bildirgelerin kabul edilme nedenleri ve koşulları kısaca açıklanacak, içerikleri ile öngörülmüşse izleme yöntemleri hakkında bilgi verilecektir. Ardından bildirgeler -özelliklede son iki bildirge- hakkında değerlendirme yapılarak çalışma sona erecektir.”

ULUSLARARASI ÇALIŞMA ÖRGÜTÜNÜN AMAÇ VE HEDEFLERİ BİLDİRGESİ -FİLADELFİYA BİLDİRGESİ- (1944)

KADIN ÇALIŞANLAR İÇİN FIRSAT VE İŞLEM EŞİTLİĞİ BİLDİRGESİ (1975)

GÜNEY AFRİKA CUMHURİYETİ’NİN “IRKÇILIK” POLİTİKASIYLA İLGİLİ BİLDİRGE (1964) BİLDİRGE (1977)

ÇOKULUSLU İŞLETMELER VE SOSYAL POLİTİKA İLKELERİ KONUSUNDA ÜÇLÜ BİLDİRGE (1977)

ÇALIŞMAYA İLİŞKİN TEMEL HAKLAR VE İLKELER BİLDİRGESİ (1998)

ADİL BİR KÜRESELLEŞME İÇİN SOSYAL ADALET UÇÖ BİLDİRGESİ (2008)

DEĞERLENDİRME

“UÇÖ’nün bildirgeleri üye ülkelerce onay gerektirmeyen yol gösterici nitelikte “yumuşak hukuk” (soft law) belgeleridir (Gülmez, 2013: 106; Baccaro-Mele, 2012: 202–205). Bu bakımdan bildirgeler üye devletin onayından sonra uyma yükümlülüğü doğuran katı hukuk (hard law) özelliği gösteren sözleşmelerden ayrılır. Bildirgeler içerdikleri hak ve ilkeleri üye devletlere zorla uygulatan ve yaptırım öngören herhangi bir yönteme yer vermez. Bildirgeler Konferansın politik iradesini duyuran resmi karar metinleri olarak da ele alınabilir (Diller, 2012: 30). Ancak Bildirgelerin üye ülkelerin onayladığı Anayasadan kaynaklanması nedeniyle, tüm üyelerin Bildirgelerin düzenlemelerine Anayasa ve iyi niyet kuralları gereği saygı gösterme, geliştirme ve gerçekleştirme yükümlülüklerinin bulunduğu açıktır. Bu özelliği itibariyle Bildirgeler üye devletlere, Örgütün Anayasasında önceden var olan yükümlülükler dışında herhangi bir ek veya yeni yükümlülük yüklemez.

Yüzyıla yaklaşan geçmişinde Örgütün kabul ettiği altı bildirge konu ve işlev yönünden bakıldığında gerçekte üç ayrı alandaki değişimlere uyum sağlama çabasını simgelemektedir.

  1. Dünya Savaşı sonrası koşullara uyum sağlamak ve beklentileri karşılamak amacıyla hazırlanmış Filedalfiya Bildirgesi, insan haklarına ilişkin uluslararası hukukun gelişiminde ve sosyal devletin kurumsallaşmasında temel bir işlev üstlenmiş, Örgütün yenilenmesini sağlamıştır. Günümüzde Filedalfiya Bildirgesi Anayasa ile bütünleşmiş olması bakımından hukuksal olarak yürürlülükte, bağlayıcı, içerdiği değerler bakımından ise yol gösterici ve günceldir.

Toplumsal cinsiyet eşitliğini konu edinen ve amacına ulaştığı için yürürlükten kaldırılan ırkçılığa karşı çıkan bildirgeler ise, sosyal devletin kurumsallaştığı dönemde ayrımcılık karşısında fırsat ve işlem eşitliğini güvence altına alma ortak amacına yöneldiklerinden, insani bakımdan önemli ve özel bir konuya odaklanmıştır. Bu konuda halen dünyada sorunlar varlığını sürdürmekle birlikte, ayrımcılığın önlenmesi ve eşitliğin sağlanması amacına dönük hem ulusal, hem de uluslararası hukukta ve sosyal politika önlemlerinde gelişmeler sürmektedir.

Çokuluslu işletmeleri, çalışmaya ilişkin temel hakları ve adil bir küreselleşme amacını içeren son üç bildirge ise konu, işlev ve amacı bakımından küreselleşmenin ortaya çıkardığı sorunlara karşı geçerli bir yanıt üretme çabasının ürünüdür. Ancak bildirgelerin ortak özelliği küreselleşme karşıtı bir içeriğe sahip olmamasıdır. Bildirgeler küreselleşmenin yararlarını geliştirirken, olumsuzluklarını azaltmaya yönelik bir yaklaşıma sahiptir. Bu yaklaşım küreselleşmenin doğurduğu yarar ve olumsuzlukların herkes tarafından adil bir biçimde paylaşılmasının gerektiği ilkesini içermektedir. Ancak bu bildirgeler ne Örgütün yenilmesinde, ne de sorunlara yanıt üretmede yeterince etkili olamamıştır.

Çokuluslu işletmeler ile sosyal politika arasındaki ilişkiyi çok erken dönemlerde kuran Yönetim Kurulu bildirgesinin, değer ve ilkeler yönünden günümüzdeki sorunlara yanıt verebileceğine, işletmelerin kurumsal sosyal sorumluluk uygulamalarında anahtar bir işlev üstlenebileceğine ilişkin değerlendirmeler bulunmaktadır. Ancak hem izleme yönteminin yetersizliği, hem de örgütün geleneksel denetleme, yönetim, yetki ve sorumluluk yapısının bu bildirgenin yaşama geçmesine olanak vermediği görüşü belirgindir.

Çalışmaya İlişkin Temel Haklar ile Adil Bir Küreselleşeme bildirgeleri, Filedalfiya Bildirgesinin aksine, iyi niyete dayanan ve yol gösterici belgelerdir. Örgütün değer ve ilkeler ile konu ve işlev sisteminde bir kapsam genişlemesine, yenilenmeye yol açmadığı gibi, yapısal bakımdan veya yetki yönünden bir gelişmeye de olanak vermemiştir. Her iki bildirgenin içerdiği raporlara dayalı izleme yöntemi bir yenilik olarak değerlendirilse de, aslında rapora dayalı izleme yönteminin ilk basit uygulamasının 1964 tarihli ırkçılık karşıtı bildirgede yer aldığı söylenebilir.

Bildirgelerin kabul edildiği tarihsel koşulların göz önünde bulundurulması da önemlidir. Gerçekten Filadelifya Bildirgesi büyük bir ekonomik çöküntü sonrasında ve II. Dünya Savaşı koşullarında kabul edilmiş, sosyal hakların kurumsallaştığı refah devletinin güçlü olduğu bir dönemde yaşama geçirilmiştir. Filadelifya Bildirgesinin aksine Çalışmaya İlişkin Temel Haklar ile Adil Bir Küreselleşeme bildirgeleri çalışanlara ilişkin haklara ve çalışanları koruma amaçlı politikalara hükümet ve işverenlerce “sıcak” bakılmayan bir dönemde kabul edilmiştir (Gomes, 2009: 23). UÇÖ’nün geçmişte dayandığı ve oluşumuna katkı sağladığı güç dengesi değişime uğramıştır. Artan göç, ticaret politikaları, üretimin yerelleşmesi, yeni teknolojilerin uygulanması, çalışma ilişkilerinin yürütüldüğü ulusal ve uluslararası çerçevenin değişmesi, bir başka deyişle küreselleşmenin yoğunlaşması çalışanların korunmasını güçleştirmektedir (Gomes, 2009: 26).

Son iki bildirgenin kabul edilmesine yol açan süreç gerçekte Örgütün ulusal işgücü piyasaları için asgari nitelikte olmazsa olmaz standartlar üretmeye dönük tarihsel işlevinin zayıflamasıyla başlamıştır. Çalışmaya İlişkin Temel Haklar Bildirgesi kimilerince zafer olarak görülmesine rağmen, gerçekte bu nitelemenin aldatıcı olduğu belirtilmektedir. Buna göre Bildirge Örgütün standart oluşturma işlevinde önemli bir geri çekilmeyi simgeler (Standing, 2010: 307-318). Bildirgelerin öne çıkarılması yanında tavsiyelere ağırlık verilmeye başlanması ile birlikte uluslararası çalışma sözleşmelerinin katı hukuk özelliği içeren yapısından uzaklaşıldığı, yerine yumuşak hukuk yaklaşımının ve araçlarının egemen olmaya başladığı belirtilmektedir (Gülmez, 2013: 106). Bu durum UÇÖ’nün ve sözleşme sisteminin gücünü ve işlevlerini arttırmak bir yana azaltmaktadır.

Bildirgelerin kabul sıklığının ve bildirgelere verilen önemin artması, sözleşmelerce düzenlenmiş ve asgari nitelikleri hüküm altına almış haklar ile bildirgelerde dile getirilen ilkeler arasında bir ayrımın yapılmasına yol açmaktadır. Buna göre sözleşmelerde ayrıntılı bir biçimde belirtilmiş olan hakların hukuksal nitelikleri ve yasal asgari yükümlülükleri tam olarak belirgindir. İlkeler ise, hakların aksine genel bir amacı, bir yönelişi ifade etmektedir. Üye ülkeler bu amaca ulaşmak için uygulamaya geçirecekleri önlemlerde Anayasaya ve iyi niyet kurallarına aykırı düşmeksizin serbestliğe sahiptir (Baccaro-Mele, 2012: 204).

Özellikle Çalışmaya İlişkin Temel Haklar Bildirgesine yöneltilen eleştirilere burada kısaca değinmekte yarar vardır. Bildirgede yer alan temel hakların seçimi ve belirlenmesi tarafsız bir biçimde yapılmamıştır. Bildirgede konu edinilen temel hakların “sivil” ve “siyasal” nitelikleri baskın olan insan haklarından seçildiği, Bildirgede “sosyal” niteliği baskın olan insan haklarının temel olarak seçilmediği görüşü ileri sürülmektedir (Alston- Heenan, 2004: 25). UÇÖ tarihsel olarak sivil, siyasal, ekonomik ve sosyal nitelikli insan haklarının bir bütün olduğunu, hakların birbirlerinden ayrılamayacağını savunmuştur. Ancak Bildirge ile Örgüt bu çizgisinden uzaklaşmıştır  (Alston- Heenan, 2004: 24-27).

Sınırlı sayıda belirlenmiş sözleşmelerin içerdiği hak ve ilkelerin, bunlarla ilgili sözleşmelerin temel olarak nitelenmesi, temel olarak nitelenmeyen hak ve ilkeler ile sözleşmeler sorununu ortaya çıkarmaktadır. Bu durum insan haklarının bölünmezliği, birbirlerine karşılıklı bağlı olduğu ve aralarında bir hiyerarşi, bir öncelik olmadığı, tümünün eşit önemde olduğuna yönelik ilkelere aykırı bir yaklaşımı barındırmaktadır (Alston-Heenan, 2004: 26; Standing, 2010: 307-318). İnsanın çalışmadaki haklarının bir kısmını temel olarak sınıflandırmak temel olarak adlandırılmayan diğer haklarının ötekileşmesine, yalıtılmasına ve önemsizleştirilmesine yol açma tehlikesi taşımaktadır. Açıktır ki temel haklar içerisinde belirtilmeyen sosyal güvenlik, sağlık ve güvenlik, asgari ücret, çalışma süresi gibi birçok çalışmayla ilgili insan hakkı vardır. Temel haklar söylemi bu hakları ikinci plana itmektedir (Weiss, 2007: 77-78).

Bu nedenle Bildirge daha geniş çalışan haklarını içeren bir gündem yerine, dört temel hak ile sınırlı daha dar bir alana odaklanmış bir yaklaşıma geçilmesini işaret etmektedir. Çalışmayla ilgili haklara yönelik ihlallere geçerli kurumsal bir yanıt verme ve katı hukuksal yükümlülükler temelinde bir işleyişten çok, tanıtım ve desteklemeye dayalı yumuşak hukuk tekniğinin baskın olduğu bir sisteme doğru geçilmektedir. Bu anlamda standartların sözleşmelerle tanımlanması yaklaşımı yerini gelip geçici çözümler üretmeye çalışan eğreti bir yaklaşıma bırakmaktadır (Alston- Heenan, 2004: iii).

Çalışmaya İlişkin Temel Haklar Bildirgesi sonrasında çalışmaya ilişkin temel hak ve ilkeleri düzenleyen sözleşmeleri onaylayan ülke ve sözleşmelerin onay sayısı artmıştır. Ancak bu alanda halen önemli eksiklikler vardır. Hem nüfus hem de işgücünün sayısal büyüklüğü bakımından olduğu kadar politik ve ekonomik önemi bulunan bir grup ülke halen sözleşmelerin bir kısmını, özellikle sendikal örgütlenme ve toplu pazarlık ile ilgili olanları onaylamamıştır (Eren, 2008: 303-335). Gerçekten de en düşük onay sayısına sahip olan 87 sayılı sözleşmeyi 187 ülkenin 154’si onaylarken, 33’ü onaylamaktan imtina etmektedir. Bu 33 ülke arasında ABD, Çin, Hindistan, G. Kore, İran, Suudi Arabistan, Tayland, Vietnam, Malezya, Yeni Zelanda, Brezilya, Özbekistan, Irak, Ürdün, Katar gibi toplamda dünya nüfus ve işgücünün önemli bir payını barındıran ülkelerde yer almaktadır (Tablo 1a). Diğer yandan bölgesel olarak bakıldığında Asya ve Arap devletleri arasında temel sözleşmelerin onay eksikliği dünyanın diğer bölgelerine göre önemli derecede belirgindir (Tablo 1b). Bu nedenle toplam onay sayısı bakımından bildirge sonrasında gerçekleşen olumlu gelişmeler, onayların evrensel ölçekteki yaygınlığını tam olarak sağlamaktan uzaktır. Ancak sözleşmelerin onay sayısındaki artış onaylayan ülkelerde sözleşme hükümlerinin etkili ve geçerli bir biçimde tam olarak uygulandığı, çalışma koşullarının ilgili konularda gerçekten bir iyileşme ve gelişme yaşandığı anlamına gelmemektedir (Eren, 2008: 303-335).

Adil Bir Küreselleşme Bildirgesinin bir yanıyla 1998 yılından sonra temel haklar konusunda Örgüte yöneltilen eleştirileri karşılamak amacıyla da kabul edildiği söylenebilir. Buna göre dört temel hak ve ilkeyi içerecek biçimde diğer çalışmaya ilişkin ilkelerinde Adil Bir Küreselleşme Bildirgesinde yer aldığı görülmektedir. Ancak Bildirgede belirtilen işin niteliksel unsurlarını oluşturan ilkeler uluslararası çalışma sözleşmelerinde yer alan üye devleti bağlayan uygulanabilir somut standartların özelliğini taşımaktan uzaktır. Diğer yandan uygun işin yaşama geçirilmesine ilişkin ulusal çerçevenin sözleşmelerin içerdiği evrensellikten uzaklaşarak yerel koşullara ve gereksinimlere bırakıldığı görülmektedir. Bu anlamda uygun işin yaşama geçirilmesi uluslararası çalışma standartlarının hükümleri ve ilklerine bağlı kalmak koşuluyla ulusal ölçekte hükümet, işveren ve sendika yapıları arasındaki sosyal diyalog işleyişine göre belirlenir.

En son kabul edilen Adil Bir Küreselleşeme Bildirgesinde, tam olarak Çalışmaya İlişkin Temel Haklar Bildirgesinde olduğu gibi olmasa da sözleşmeler arasında “yönetişim bakımından önde gelen” sözleşmeler biçiminde bir sınıflandırılma yapılmıştır[1]. Ancak burada belirtilmesi gereken önemli nokta Örgütün Anayasasında “temel” veya “önde gelen” olarak nitelenen ilkeler, haklar ve sözleşmeler bulunmamakta, aksine Anayasa tüm standartların eşitliğine yaslanmaktadır. 2008 yılında kabul edilen Adil Bir Küreselleşme Bildirgesinin üzerinde 5 yıl geçmiş olmasına rağmen, yönetişim bakımından öncelikli olarak kabul edilen sözleşmelerin onay sayısında ki eksiklik belirgindir (Tablo 2).

Dünyada insan hakları terimlerinin ve insan hakları hareketinin kurumsallaşmasından çok önce, UÇÖ çalışmada insan haklarını, özelliklede insan haklarının uluslararası gelişimini tanımış ve bu konudaki gelişmelere öncülük etmiştir (Bellace, 2011: 28). UÇÖ, I. Dünya Savaşı hemen sonrasında kurulmuş ve II. Dünya Savaşı sonrasında da varlığını süründürebilmiş bir örgüttür. Bu uzun tarihsel süreç içerisinde değişen koşulların meydan okumalarına dayanabilmiş ve çözümler üretebilmiştir. Oldukça etkili olduğu dönemler yanında, etkisini yitirdiği zamanlar da olmuştur. Ancak yaklaşık son otuz yılda kendisinden beklenilenleri yerine getirmede yetersiz kaldığı gibi, uluslararası sosyal politikanın etkili örgütü olma yolunda yenileme de sağlayamamıştır. Gelecek yıllarda UÇÖ varlığını sürdüreceğini öngörmek güç olmamakla birlikte, etkili bir yapı niteliği taşıyıp taşımayacağına yönelik kuşkular ve eleştiriler vardır.

Gerek bireysel veya toplu anlamda olsun, gerekse işyeri, sektör, ulusal veya uluslararası ölçekte olsun çalışma ilişkisinin tarafları arasında hali hazırda bulunan güç dengesizliği var oldukça, UÇÖ’nün yalnızca kendi içerisinde bildirgelere yansıyan çabalarla yenilenmesi ve etkili olması olanaklı görünmemektedir. Örgüt içindeki ilgili çevreler, değişen ve yeni koşulların ortaya çıkardığı sorunlara yanıt üreten Anayasal değişikler ile denetim ve izleme süreçlerinde geçmişin deneyimlerinden yola çıkan köklü yenilikleri yaşama geçirmek zorundadır.”

23. Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Kongresi (2024)

Ordu Üniversitesi Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümünce düzenlenen 23. Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Kongresi (2024) Ünye’de Toplanacaktır.

Kongre web sayfası: https://23ceei.odu.edu.tr/

Kongre Takvimi

  • Kongre Tarihi : 30/31 Mayıs – 1 Haziran 2024
  • Özet Bildiri Gönderimi İçin Son Tarih  : 1 Nisan 2024
  • Erken Kayıt Tarihi: 1 Nisan 2024
  • Kabul Edilen Bildirilerin İlanı : 15 Nisan 2024
  • Geç Kayıt Tarihi : 22 Nisan 2024
  • Tam Metin Gönderimi İçin Son Tarih: 1 Temmuz 2024

Uluslararası Sözleşmeler Çerçevesinde Türkiye’de Düzensiz Göçmenlerin Ekonomik ve Sosyal Hakları/ Recep Kapar

(içinde) Türkiye’de Mültecilik, Zorunlu Göç ve Toplumsal Uyum (Derleyen Songül Sallangül vd.), Bağlam Yayınları, İstanbul.

https://www.baglam.com/home/book/turkiyede-multecilik-zorunlu-goc-ve-toplumsal-uyum

GİRİŞ
Tarihsel süreçte insan haklarının gerçekleştirilmesi, geliştirilmesi ve güvence altına alınması yönünde ulusal ve uluslararası alanlarda önemli adımlar atılagelmiştir. Bu ilerlemelere rağmen, dünya genelinde çok sayıda insanın çeşitli nedenlerle insan hakları tanınmamakta, ihlal edilmekte veya tam olarak gerçekleştirilmemektedir. Günümüzde uluslararası göçmenler, özellikle de düzensiz göçmenler, insan hakları alanında sorunlar yaşayan ve sayıları her geçen gün artan büyük bir toplumsal grup olarak belirmektedir.

1990 yılında dünya üzerinde 153 milyon göçmenin varlığı hesaplanırken, 2019 yılında bu sayı 272 milyona yaklaşmıştır. Hesaplamalara göre 1990 yılında dünya nüfusunun yüzde 2,9’u göçmenlerden oluşurken, bugün bu oran yüzde 3,5’e ulaşmıştır (UN, 2019: 4; IOM, 2020: 19-21). Uluslararası Göç Örgütü (UGÖ), karmaşık ve değişken yapısı ile nitelikleri gereği, düzensiz göçe ve düzensiz göçmenlerin sayısına ilişkin tahminler yapmanın güç olduğunu belirtmektedir. Bu güçlük nedeniyle düzensiz göçmenlerin sayısına dair çok az sayıda tahmin yapılmakla birlikte, yapılan az sayıda tahminin de bir kısmının yanlış veya abartılı olduğu değerlendirilmektedir (IOM, 2020: 28).

Düzensiz göç hakkında güvenilir veriler bulmak güç olmasına rağmen, uluslararası göçmenlerin yüzde 10 ile 15’inin düzensiz göçmen oldukları tahmin edilmektedir (CMW, 2013: 1). Bu tahmini oranlarda hareket edilerek dünya üzerinde 27 milyon ile 40 milyon insanın düzensiz göçmen durumunda olduğu varsayılabilir. Uluslararası Çalışma Örgütü (UÇÖ) ise farklı kaynaklara dayanarak, her beş göçmenden birinin, diğer bir deyişle göçmenlerin yüzde 20’sinin düzensiz göçmen olduğunu, dolayısıyla sayılarının 50 milyona ulaştığını hesaplamaktadır (ILO, 2017: 11). Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, az gelişmiş ülkelerdeki tüm göç hareketlerinin yaklaşık olarak üçte birinin düzensiz nitelikte olduğunu belirtmektedir (UN, 2013: 91). Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de düzensiz göçmenlerin sayısına dair veri bulunmamaktadır. Ancak kolluk güçlerince belirlenen ve haklarında işlem yapılan düzensiz göçmen sayısının uzun dönemli eğilimi, artma yönündedir. Göç İdaresi verilerine göre 2005-2019 yılları arasında kolluk güçlerince hakkında işlem yapılan toplam düzensiz göçmen sayısı bir milyon 700 bini aşmıştır.

Devletler, düzensiz göçün önüne geçememektedir. Geniş bir ülke grubu için düzenli ve düzensiz göçmenler, ekonomilerin, toplumların, işgücü piyasalarının yapısal bir unsuru haline gelmiştir. Devletler, göç hareketlerini kontrol etmek, düzensiz göçü önlemek ve azaltmak amacıyla katı politikalar yürürlüğe koymakta, kuralları sıkılaştırmaktadır. Düzensiz göçü önlemeye dönük bu çabalar, beklenin aksine daha fazla sayıda göçmeni, düzensiz göçmen hale getirmekte, aynı zamanda istatistikler düzensiz göçmenlerin daha fazla sömürülmeleri, kötü ve güvencesiz işlerde çalışmaları, enformel ve yasadışı ekonomide yer almaları sonucunu doğurmaktadır. Göçmenlerin, özellikle de kötü ve güvencesiz yaşam ve çalışma koşullarına sahip düzensiz göçmenlerin, ekonomik ve sosyal haklarının tanınarak gerçekleştirilmesi, uluslararası insan hakları kuruluşları ile ulus devletlerin önünde büyük bir sorun olarak belirmektedir.

Bu kitap bölümünde Birleşmiş Milletler (BM) ile Uluslararası Çalışma Örgütünün sözleşmeleri kapsamında düzensiz göçmenlerin, düzensiz statülerine rağmen ekonomik ve sosyal haklara sahip oldukları belirlenecektir. Düzensiz göçmenlerin ekonomik ve sosyal haklarının ayrıntısına girilmeden, bu hakların kaynağını oluşturan bağlayıcı nitelikteki uluslararası sözleşmeler ele alınacaktır. Son olarak Türkiye’nin bu alandaki yükümlülükleri ve eksikleri kısaca değerlendirilerek bölüm tamamlanacaktır.

  • KAVRAMSAL ÇERÇEVE
    • Düzensiz Göçmen
    • Ekonomik ve Sosyal Haklar
  • BİRLEŞMİŞ MİLLETLER SİSTEMİNDE DÜZENSİZ GÖÇMENLER
    • Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi
    • Tüm Göçmen Çalışanların ve Aile Üyelerinin Haklarının Korunması Hakkında Uluslararası Sözleşmesi
  • ULUSLARARASI ÇALIŞMA ÖRGÜTÜ SÖZLEŞMELERİ
    • Doğrudan Göçmenleri Konu Edinen Sözleşmeler
    • Göçmenler Bakımından Önemli Olan Sözleşmeler
    • Çalışmaya İlişkin Temel Haklar ve İlkeler Bildirgesine İlişkin Sözleşmeler
  • TÜRKİYE’DE DÜZENSİZ GÖÇMENLERİN EKONOMİK VE SOSYAL HAKLARININ TEMELLERİ
    • Türkiye’de Düzensiz Göçmenlerin Ekonomik ve Sosyal Haklarının İhlali
    • Göçmen Çalışanlar Komitesinin “Türkiye Sonuç Gözlemlerinde” Düzensiz Göçmenlerin Durumu

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

BM ve UÇÖ’nün insan hakları ile ilgili uluslararası sözleşmeleri, düzensiz göçmenlere ekonomik ve sosyal haklar tanımaktadır. Ayrıca bu sözleşmelerin önemli bir kısmı, yurttaşlar ile statüsü ne olursa olsun göçmenler arasında ayrımcılık yapılması yasağını ve eşitliğin sağlanmasını öngörmektedir. Türkiye, yurttaşları ve düzenli göçmenlerle birlikte düzensiz göçmenlere de ekonomik ve sosyal haklar tanıyan çok sayıda BM ve UÇÖ sözleşmesini onaylamış ve bu sözleşmeleri uygulama yükümlülüğü altına girmiştir.

Farklı ülkelerde uluslararası sözleşmelerin iç hukuka etkisi, ulusal hukukta doğrudan uygulanabilirliği hakkında farklı görüşler ve ekoller bulunmaktadır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına göre, ekonomik ve sosyal hakların da içinde yer aldığı temel hak ve hürriyetlerle ilgili uluslararası sözleşmelere, kanunlar karşısında açık bir üstünlük tanınmış, temel hak ve hürriyetlerle ilgili uyuşmazlık durumunda kanunların değil, uluslararası sözleşme hükümlerinin esas alınması emredilmiştir. Çok sayıda uluslararası sözleşme, kanunların aksine devlete düzensiz göçmenlerin çalışma ve yaşam koşullarını geliştirmek, onların maddi gereksinimlerini karşılamak için sosyal ve ekonomik güvenceler sağlama gibi çok önemli ödev ve görevler yüklemektedir.

Ancak Türkiye’de düzensiz göçmenler ile birlikte düzenli göçmenlerin ve yurttaşların da ekonomik ve sosyal haklarının gerçekleştirilmesi önünde engeller varlığını korumaktadır. Bu çerçevede yurttaşlarla birlikte statüsü ne olursa olsun göçmenlerin bir insan hakkı olarak ekonomik ve sosyal haklarına saygı duyulması, güvence altına alınması ve gerçekleştirilmesi konularında ciddi eksiklikler bulunmaktadır. Diğer yandan düzenli göçmenlerin ekonomik ve sosyal haklarını gerçekleştirme doğrultusunda sınırlı alanlarda gelişmeler olmasına rağmen, düzensiz göçmenler bu gelişmelerin dışında kalmaktadır. Düzensiz göçmenler, düzensiz olarak nitelenen statüleri dolayısıyla ekonomik ve sosyal haklara sahip olmayan “belgesiz”, “suçlu” veya “yasadışı” bir grup olarak görülmektedir.

Sonuç olarak ekonomik ve sosyal haklara ilişkin hükümler içeren uluslararası sözleşmelerin denetim ve izleme sisteminde yer alan komite, komisyon gibi resmi organların görüşleri, değerlendirmeleri, kararları ve raporları ayrıntılı olarak ele alınmalı, bunlar doğrultusunda düzensiz göçmenlerin ekonomik ve sosyal haklarını gerçekleştirecek sosyal politikalar geliştirilmelidir.